Bazı
kentlerin tarihini yazmak çok zor, hatta imkansızdır.
Bunun
sebebi bu kentlerin uzun ve köklü tarihleri değildir, mimarinin
ortaya koyduğu birçok devasa kenti düşünelim.
Sears Towers’lı bir Chicago. Ya da Empire Building’li
bir New York. Modern kent tasarım pratiğinin ürünü
olarak ortaya çıkan, şehir merkezlerinin birbirleriyle
yarışan gökdelenlerle kaplandığı, yerleşim
yerlerinin ise kentin kilometrelerce uzaklarına dek uzandığı
kentlerdir bunlar. Bu kentlerden bahsederken bir yüzyıl öncesine
gidebilmek olanaksızdır. Bir filozof bu kentleri “karton
kentler” olarak nitelendirmektedir. Tarihi dokudan ve bu dokunun
beraberinde getirdiği sıcaklıktan mahrumdur bu kentler.
Tarihi
kentler, bir başkadır, tarih kokar her yanları ve bu kentlerin
tarihlerini yazmak için önünüzde devasa bir birikim
durur. Maalesef dört bir yanı tarihle yoğrulmuş, İstanbul’un
göz bebeği Beykoz’un müstakil bir tarihi bugüne
dek yazılabilmiş değil. Bir Pisa, bir Venedik, bir Paris
söz konusu olduğunda ciltlerle ifade edilebilecek bir külliyat
önümüzde duruyorken, ne acıdır ki önümüzde
bir “Beykoz Tarihi” yok.
İstanbul’un
incisi Beykoz çok uzun bir tarihsel geçmişe sırtını
dayamaktadır. Beykoz’un tarihine ilişkin olarak bilinen
en eski tarih M.Ö. 700’lerdir. Bu dönemde deniz yoluyla
gelip Beykoz’u kendilerine yurt edinen Traklar, Beykoz’da
yerleştiği bilinen ilk halk olarak karşımıza
çıkar. Her ne kadar sanat tarihçileri ve arkeologlar
çok daha önceki dönemlerde Karadeniz’den Boğaz’a
doğru seyreden tepelerde Apollon tapınağı benzeri
yapıların olduğunu öne sürmekte ve dolayısıyla
da Beykoz’un bir kent olarak tarihini çok daha önceki
tarihlere götürmek gerektiğini iddia etseler de, örgütlü
bir toplumsal hayatın Beykoz’da söz konusu tarihle birlikte
başladığını söyleyebiliriz. Traklar, Trakya’ya
adını veren ve tarihte savaşçı özellikleriyle
bilinen bir topluluktur. Trakların tarihte balıkçı
köyleri, müstahkem kalelerle çevrili kentler ve çok
çeşitli yerleşme birimleri inşa ettikleri bilinmektedir.
Trakların Hint-Avrupa kökenli bir halk olduğu söylenmekte,
ancak yazılı bir kültüre sahip olmadıkları
için haklarında yeterince bilgi edinme imkanı bulunmamaktadır.
Trak toprakları geniş bir coğrafyayı içerisine
alsa da, esasında doğu ve batı Trakya bölgesinde konuşlandıkları
bilinmektedir. Traklar hiçbir zaman hakimiyetleri altında
bulunan toprakları idare edecek tek bir devlet kuramamış,
daha ziyade parçalı bir yönetim yapısı ortaya
koymuşlardır. Bununla birlikte Traklar kendi içerisinde
güçlü yönetim mekanizmaları geliştirmeyi
başarabilmişlerdir.
Traklar
Beykoz’a geldiklerinde, kralları Amikos’un ismine binaen,
buraya “Amikos” adını vermişlerdir. Amikos,
Beykoz’un bilinen en eski adıdır. Boğaz’ı
geçerek Beykoz’a gelen Traklar burada Bebrik Devleti’ni
kurmuşlardır. Bir rivayete göre Bebrikler isimlerini Akdeniz
kıyısında, Pirenelerin kuzeyinde ve güneyinde bulunan
eski bir İber kavminden almışlardır. Bebrikler M.Ö.
337 yılında Bitinyalıların saldırısına
uğramış ve Bebrik Devleti uzun süren kanlı mücadele
ve savaşların ardından yıkılmıştır.
Bitinya
dönemi, Beykoz’un yavaş yavaş gelişmeye başladığı
bir dönemdir. Beykoz (Amikos), yönetim mekanizmasının
babadan oğula geçen bir krallık sistemine bağlı
olduğu Bitinyalılar devrinde tam dokuz kral görmüştür.
M.Ö. 74 yılında Bitinya kralı IV. Nicomedes ölüm
döşeğindeyken tüm krallığını Roma
imparatorluğuna devretmiştir. Bunun üzerine Roma İmparatorluğu
Bithinya’yı bir eyalet olarak ilan etmiştir. Ancak Pontus
kralı III. Mithridates Bithinya’yı zaptetmiş ve M.Ö.
74 yılının ortasında Roma İmparatorluğu
bölgeyi yeniden ele geçirmek üzere, askeri bir birlik
hazırlamış ve bölgeye yollamıştır.
On yıllık bir mücadele neticesinde M.Ö. 65 yılında
Bithinya Roma İmparatorluğu tarafından ele geçirilmiş,
Pontus toprakları da Bithinya topraklarına dahil edilmiştir.
III. Mithridates’in M.Ö. 63 yılında yakalanması
ile birlikte tarihte Üçüncü Mithridates Savaşı
olarak bilinen savaş son bulmuştur.
M.S.
395 yılında Roma İmparatoru Büyük Teodosyus imparatorluğu,
Doğu Roma İmparatorluğu (Bizans) ve Batı Roma İmparatorluğu
olarak ikiye bölene dek Roma İmparatorluğu sınırları
içerisinde yer alan Beykoz, bu tarihten itibaren Bizans İmparatorluğunun
egemenliği altına girer. Pers İmparatorluğu 609 yılında
Beykoz’u sınırlarına dahil eder. Persler altmış
yıl bu topraklarda kaldıktan sonra, 669 yılında Müslüman
Araplar bu toprakları Perslerden alırlar. Kısa bir süre
sonra çekilen Arapların ardından bölgenin hakimiyeti
yeniden Bizanslıların eline geçer. Bizanslıların
bölgedeki bu üstünlükleri yedi yüz yıldan
daha fazla, Osmanlı Sultanı Yıldırım Bayezid’ın
bölgeyi ele geçirdiği tarih olan 1402 yılına
kadar devam eder.
İstanbul’un
Fatih Sultan Mehmed tarafından fethinden 51 yıl önce, Beykoz
(Amikos) Yıldırım Bayezid tarafından Osmanlı
İmparatorluğu’nun sınırları içerisine
dahil edilir. Osmanlı İmparatorluğu sınırlarına
dahil edilen kentin adı bundan böyle Amikos değil, Beykoz’dur.
Beykoz isminin nereden geldiğine ilişkin olarak da çeşitli
rivayetler söz konusudur. Bu rivayetler içerisinde en bilineni,
Beykoz isminin Kocaeli beylerbeylerinin Beykoz’da oturmasına
nispetle üretilenidir. Rivayete göre Farsçada köy
anlamına gelen kos sözcüğünün Türkçe
bey sözcüğüne eklenmesi sonucunda ortaya çıkan
Beykos (Beyköyü) sözcüğü kentin adı
olarak kalmıştır. Beykos zamanla Beykoz’a dönüşmüştür.
Bilinen bir başka rivayet ise, Beykoz isminin, kentin Osmanlı
idaresi altına girdiği dönemden sonra kentte inşa
ettirilen On Çeşmeler adlı bir çeşmenin yanında
bulunan büyük bir ceviz ağacına binaen ortaya çıktığını
iddia etmektedir. Bu rivayete göre söz konusu dönemde koz
kelimesi ceviz sözcüğünü nitelemek üzere
kullanılmaktadır. Bu yörede ceviz ağaçlarının
çok fazla sayıda bulunması nedeniyle de bu yöreye
Binkos adının verildiği ve bu ismin zamanla Beykoz ismine
dönüştüğü öne sürülmektedir.
Muhteşem
dereleri, birbirinden güzel mesire yerleri, bereketli toprakları,
cömert denizi ve aynı zamanda geniş bir av sahası
da olan yemyeşil ormanlarıyla bir masal kentini andıran
Beykoz, Osmanlı Devleti tarihinde önemli bir yere sahiptir.
Av alanlarının uygunluğu münasebetiyle Osmanlı
yönetici sınıfının gözde mekanlarından
birisi olmuştur Beykoz. Padişah başta olmak üzere
avın kendileri için bir tutku olduğu saray erkanı,
Osmanlı’nın son dönemlerine dek Beykoz’u kendilerine
mesken tutmuşlardır. Özellikle Tokat Bahçesi, bugünkü
Akbaba köyü civarı ve Çubuklu yöresinde düzenlenen
av partileri ile ilgili birçok tarihsel anektod ve resmi kayıt
söz konusudur. Ünlü seyyah İbn Battuta’dan öğrendiğimize
göre, av partileri Türk yönetici sınıfının
ayırdedici özelliklerinden birisi olarak karşımıza
çıkmaktadır. Söz konusu bölgeler Osmanlı
yönetici sınıfının avlanma yeri olarak tayin
edilmiş bölgeler olup, tebaadan birilerinin avlanması yasaklanmıştır.
Beykoz’un
gözdesi köşklerin bu bölgede ortaya çıkışları
doğrudan bu av merakıyla bağlantılı bir gelişmedir.
Zamanla padişahların ve önde gelen saray erkanının
konaklayabilmesi için biribirinden güzel av köşkleri
inşa edilmiştir Beykoz’da. Bu bağlamda bugün
maalesef arkasında herhangi bir iz bırakamayan, tarihsel önemi
haiz av köşklerinden olan Tokatköy’deki Tokat Kasrı
ve bahçelerine değinmek yerinde olacaktır. Evliya Çelebi,
seyahatnamesinde Tokat Kasrı’nın Fatih Sultan Mehmed tarafından
yapıldığını şu cümlelerle anlatmıştır:
“Fatih
Sultan Mehmet'in seferde olan sadrazamının gönderdiği
haberci, nefes nefese, heyecanla Tokat'ın fethedildiği müjdesini
verince Fatih Sultan Mehmet: Tez şurada bir bahçe yapılsın
ismine de Tokat bahçesi denilsin. Tokat surlarına benzeyen
bir set çekilsin (…) demiş."
Etrafı
surlarla veya çitlerle çevrili bu bahçe içerisinde
bir zerafet timsali bir köşk, muhteşem bir havuz, enfes
bir şadırvan ve güzel bir hamam yaptırılmış,
geniş bir alana sahip olan bahçesinde ise av hayvanları
yetiştirilmiştir. Bu yapının yer aldığı
Tokatköyü’ne muhteşem bir kemerli beton köprü
üzerinden geçmek suretiyle varılmaktadır. Bu kasrın
ve bahçenin bakımı emri altında yüz bostancının
bulunduğu bir bahçıvan başı tarafından
sürdürülmüştür. Bu kasrın özellikle
genç yaşta tahta çıkan IV. Murat (1623-1640) tarafından
çok beğenildiği bilinmekte, onun bu bahçenin çimenliğinde
cirit oynattığı söylenmektedir. Yapıldığı
tarihten itibaren Tokat Kasrı’na ve Beykoz’un bizatihi
kendisine tahta geçen bütün Osmanlı Padişahları’nın
rağbet gösterdikleri bilinen bir gerçektir.
En
fazla tercih edilen av türleri kuş, geyik ve karaca avı
olmuştur. Kuş avı daha ziyade doğanlar kullanılarak
yapılırken, geyik ve karaca avı eğitilmiş köpekler
kullanılarak yapılırdı. Özellikle yenileşme
döneminin Osmanlı Devleti’nde nasıl bir seyir aldığını
izlemek açısından Beykoz’da düzenlenen av
partileri oldukça enteresan malzemelerle doludur. On sekizinci
yüzyıl sonrasında Sakson türündeki av köpekleri
Avrupa’dan getirilmeye başlanmıştır. Ava en
düşkün padişahın kendisi için “avcı”
lakabının kullanıldığı IV. Mehmed (1642-1693)
olduğu söylenir. IV. Mehmed’in en kısa avının
üç ay sürdüğü rivayet edilir. IV. Mehmed
av merakı nedeniyle devlet işlerini ihmal etmekle suçlanmış,
bunun üzerine kendisine yöneltilen eleştirilere tepki olarak
tahtını Edirne’ye taşımıştır.
Beykoz merkezli av partilerinde kullanılan silah teknolojileri de
zamanla değişmiştir. On sekizinci yüzyıla dek
ok ve yay ile yapılan avlar, bu dönemden itibaren yerlerini
dolma çakmaklı tüfeklere ve daha sonrasında ise
fişek atan kırma tüfeklere bırakmıştır.
Yirminci yüzyılın başına gelindiğinde Beykoz’dan
Şile’ye ve Ömerli’ye dek uzanan ormanlık sahada
karaca ve yaban domuzu avı yapılmaktadır. Bu avlar daha
ziyade köpekler eşliğinde ve sürek avı biçiminde
gerçekleştirilmekteydi. Beykoz’un doğusunda yer
alan sık ormanlık alanlarda halihazırda yaban domuzu avı
yapılabilmekte, ilçe sınırlarının kuzeydoğu
yakasında tavşan, çulluk, tilki ve nadiren olmakla birlikte
dağ kekliği avlanabilmektedir. Ayrıca Ömerli baraj
gölü civarında kaz ve ördek avı da yapılabilmektedir.
Osmanlı
tarihinin en önemli seyyahlarından olan Evliya Çelebi,
Beykoz’u şu satırlarla anlatır: “(…)
lebi deryadan bağlar kenarından gitmek üzere Servi Burnun’nun
üç bin adım güney tarafında, bir liman-ı
âzimin kenarındadır. Sekiz yüz haneli, bağ ve
bahçeli, mamur bir kasabadır. Camii, mescidi, hamamı,
sibyan mektebi, küçük sokakları, ağaçlarla
müzeyyen çarşı ve pazarı vardır. Çarşı
ve pazarı çok bakımlıdır. Halkı bahçıvan,
oduncu ve balıkçıdır. Ab-ı havası nefistir.
İskelesinde bir kılıç balığı dalyanı
vardır. Beş altı gemi direğini birbirine bağlayıp
denize dikmişlerdir. Karadeniz tarafından kılıçbalıkları
geldiğinde direğin tepesindeki âdemler ellerindeki taşları
kılıçnalıklarının arkasına doğru
atınca balıklar emin yerdir diye liman ağzına doğru
girer. Burada ağlara takıldıklarında balıkçılar
kayıklarla kılıçbalıklarına yanaşıp
kargı ve tokmaklarla bunları avlarlar. Buradan içeride
Akbaba, Sultan, Ali Bahadır, Dereseki, Alemdağ, Koyun Korusu,
Yuşa Nebi mesireleri vardır.”
Bugün
Beykoz, yukarı boğazın yüzyıllardan beri en şöhretli
mesiresi olan, geniş bir vadiyi dolduran ve ulu çınarların
süslediği Beykoz çayırına sahiptir. Çayır,
Hünkar iskelesinden darala darala Tokat mevkiine kadar uzanmaktadır.
Çayırın içerisinde yer alan türlü türlü
mekanlar, ağaçlarla çevrili yollarla birbirine bağlanır.
Bu, başka bir mesirede rastlayamacağımız nadide bir
güzellik sunar bizlere. Ağaçların boylarına
bakılarak bu yolların en az yüz elli iki yüz öncesinde
yapılmış olduğu sonucuna rahatlıkla varılabilir.
İstanbul'un,
Boğaziçi'nin, Anadolu Yakasının en şirin ilçelerinden
birisi olan Beykoz, hala müstakil bir tarihinin yazılmasını
beklemektedir. Bu güzel kentin tarihini yazmayı başarabilenler,
kültür dünyamıza çok önemli bir katkıda
bulunmakla kalmayacaklar, kentin zengin tarihsel birikiminin de bir parçası
olacaklardır. |